NBA; kimileri için anlamsız, saçmalık, delilik, kimileri için yine kendisi gibi sadece 3 harften ibaret: Aşk ! Blogun ilk postunda yazdığım gibi bu oyunu 1998'den beri takip ederim. Takip ederim dediğime de bakmayın, bildiklerim; MJ, Shaq, Kobe falan, belki bir kaç isim daha vardı. Bulls'u, Lakers'ı hadi bir de Jazz'i tanırdım takım olarak. O kadardı. Eylül 2001'di Türkiye Eurobasket organizasyonunu düzenlediğinde. Turnuvada bir Türkiye'yi, bir de bir Alman'ı izlemiştim, mest olmuştum. O gün başladı yavaştan Mavericks sevdası fakat NBA bilgime sadece Mavericks kadrosu ve arada öğrendiğim takımın aldığı maç sonuçları eklenmişti. 13 yaşında falanım, internetten çok fazla anlamıyorum, zaten o kadar da yaygın değil daha. Zaman LGS'ye hazırlık, liseli olma çabaları. Hayatımda daha önce hiç yaşamadığım sınav temposunun yanındaki tek keyifti her cuma akşamı 2,5 saat süren tombik bir abi ile gözlüklü, kravatlı bir abinin sohbeti. NTV'deydi. O zamanlar eğlenceliydi, uzundu, doyurucuydu, program gibi programdı. Evdekilere de çaktırmadan internet cafede NBA Live 2003 oynardım. Haziran'da sınav vardı ya, bilgisayar hafta içi yasak, haftasonu birkaç saat ile sınırlıydı.
İstediğim liselerden birini kazanmıştım sonunda. Lisede hazırlık okuyacak, dünyada yaşayabileceğim en boş yılı yaşayacaktım ve NBA ile daha çok ilgilenebilecektim. Eve de "A-De-Se-Le" bağlanmıştı sonunda. NBA.com'dan çıkmıyordum. Oyuncu profillerine bakıyordum, kısıtlı olan İngilizcem ile yazılanları anlamaya çalışıyordum önümde duran Hürriyet'in kuponla verdiği "Redhouse" Türkçe-İngilizce sözlükle. NBA Stüdyo, NTV ekranlarında tam gaz devam ediyordu. Yavaştan işi ilerletmiş ve dergi seviyesine çıkmıştım. O zamanlar Türkiye'de yayınlanmış en güzel dergilerden biri olan "Pivot" dergisini takip etmeye başlamıştım. Bu dergi ile her ay yepyeni şeyler öğreniyordum ancak belki de öğrendiğim en güzel şey "Batug.com"'du. Daha sonraki zamanlarda sitenin Mavericks yazarlığını yapacağımdan habersiz 6.Adam köşelerinden tutun da birbirinden özgün, bir dolu yazı ile işe iyice alışıyordum, olayı yavaş yavaş kavramaya başlıyordum.
Ekim ayı gelmiş NBA Live 2004'ü piyasaya sürmüştü EA Sports yukarıdaki resimdeki kapakla. O zamanlar ben kapaktaki adamın Vince Carter olduğunu bile henüz bilmiyordum. Neyse oyunu oynamaya başladım, alışmaya çalıştım. Oyun güzeldi, çok güzeldi. Ana ekranı kendi takımının temasında kullanabiliyordun. Oynanabilirlik de iyiydi. Action ve Simulation oyun modları vardı. Action ile başlamıştım, baktım sapık gibi 3'lük giriyor, Simulation'a geçmiştim. Simulation'da rookie zorluk seviyesinde güç bela maç kazanırken, zamanla superstar zorluğunda fark atmaya başlamıştım.
Yeni başladığım okula da yavaş yavaş alışmış, yeni insanlar tanımaya başlamıştım. Burada çok güzel insanlar tanıdım, güzel arkadaşlarım oldu. Ancak 2 tanesi diğerlerinden bir noktada ayrılıyordu. Ortak noktamız NBA'di. Filmin koptuğu yer de burası oldu zaten. Her dakika konu NBA'di artık. Bir yerde birbirimizi bulmuş gibi olduk. O zamanlar PlayStation 2 de çok meşhurdu. Konami PES serisiyle inletiyordu piyasayı. İnsanlar deli gibi PES kasarken, biz Karşıyaka Çarşısı'ndaki, oyun camiasının kalbinin attığı sokaktaki meşhur internet cafe olan "Unreal Cafe"'de deli gibi NBA Live 2004 kasıyorduk. Bazen bir arka sokaktaki ocakbaşında kebabına, bazen de zevkine oluyordu maçlar. Ancak haftasonu sabah mekana giriyor, akşam çıkıyorduk. Hayatımda bir oyunun bu kadar hakkını verebilirim sanırım. Ligdeki bütün adamları bu oyun sayesinde öğrendim diyebilirim. Çift CD'li olan oyunun, 2. CD'si ile oynanıyordu oyun ve bembeyaz CD, artık sarı-siyah bir hal almıştı. Dallas'ın o sezonki oyunda oyuncuların ratinglerini bile sayabilirim, o kadar özümsemiştim. Dallas 91 rating ile, Lakers'tan sonra oyundaki en güçlü takımdı. Steve Nash 75, Michael Finley 81, Antawn Jamison 76, Dirk Nowitzki 84 ve Raef LaFrentz 67'ydi. Ancak LaFrentz yerine tercihim, blok özellikleri daha iyi olan 59'luk Shawn Bradley'di. Zamanla işleri biraz daha ilerletmiştik. Her takımdan ezbere en az 12 adam sayar hale gelmiştik ve hala deli gibi maç yapıyorduk. Maçlara da belli standartlar getirmiştik. Örneğin, periyotları 5'er dakikadan yapınca gerçek bir maçta erişilen sayılara ulaşabiliyordu. Böylece daha gerçekçi istatistikler elde etmeye başlamıştık. Bu süre zarfında oyunun da bir bug'ını bulmuştuk. Serbest atış esnasında 2. serbest atışı bilerek bir noktada kaçırınca, hücum ribauntı çok rahat alınabiliyordu. Sonrasında bunu da yasakladık. Artık çok daha ciddi maçlar dönüyordu ve gerçekten herkes profosyonel olmuştu. Maçlar genelde Dallas, Detroit, New York arasında ve bazen Milwaukee, Portland, Golden State, Memphis eşleşmeleriyle oluyordu. NBA'de sezon ilerliyordu ve takas üzerine takas oluyordu trade-deadline yaklaşırken. Bu noktada oyunun geri kaldığını hissetmiştik. Bir gün karar alıp, bir kağıda her takımın 15 kişilik kadrosunu yazmış ve "Team Edit"'ten itina ile bütün takasları yapmıştık. Oyun güncellenmişti böylece ve çok daha keyif olmuştu. Bunların yanında, bir noktadan sonra okuldan kaçmalar da başladı tabii:
-"Kanka, öğleden sonra derse girmeyip, NBA?"
-"Montumu alıp geliyorum !"
Lisede ilk sene bitmişti. 2004 yazı geldiğinde bu kez çok daha ilginç, karmaşık ve içinden çıkılması güç bir durumla karşı karşıyaydım. Bugün NBA'den çok anlamayan biri size muhtemelen "Rose-Kobe-LeBron-Durant-Howard'ın aynı takımda olduğunu düşünsene yeaa." paralelinde bir cümle kurabilir. Ben bunu 2004 yazında kendimce dönemin oyuncuları hakkında düşünüyordum. Çünkü olayı ilk başta herkes gibi para-bonservis ekseninde algılıyordum. Ancak olay göründüğünden o kadar komplikeydi ki, bir de az İngilizce ile hiç çıkılmıyordu işin içinden. Evet, bahsettiğim CBA ve Salary Cap. Tam bununla mücadele ederken, 1 sene sonra yani 2005 yazında CBA'in yeni anlaşması imzalandı. Bir ekonomist gibi işin ekonomisi ile ilgileniyor, her ayrıntıyı öğrenmeye çalışıyordum. Okuduğum Türkçe kaynaklarla yavaş yavaş bunlar da kafada oturmaya başlamıştı. Ancak bunda da işin kötü yanı, her 6 senede, oyuncular ile takım sahiplerinin tekrardan anlaşması gerekliliğiydi. Hatırlayacaksınız, 2011'de lokavt olmuş ve tarafların anlaşması bu kez beklenildiği gibi çok uzun sürmüştü. Yine öğrendiğim, bildiğim şeyler yeni CBA ile değişti ve hala kafada yeni şeyleri oturtmaya çalışıyorum.
Neyse, yıllar, sezonlar aktı gitti. Yüzlerce oyuncu geldi geçti ligten. 2004 sezonunun çaylakları LeBron, Melo, Wade, Bosh artık veteran, o dönemki Toni Kukoc, Reggie Miller gibi efsaneler emekli oldu. Teknoloji ilerledi, NBA Live tarih, NBA2K kral oldu. Tek özlediğim, NBA Live 2004 gibi bir oyunu artık arkadaş ortamında oynayamamak. Böyle de bir romantik bir yazıyı yazmak hiç aklımda yoktu, aslına bakarsanız pek gücüm de yoktu bu kadar uğraşmaya. Dün, bu yazının 2 kahramanından biriyle beraberdik ve konu her zamanki gibi NBA'di. Malum Yahoo Fantasy draftleri aldı başını gidiyor yılın bu zamanında ve kadrolarımızı, çıkış yapacak ya da sönmesini beklediğimiz oyuncuları konuşup, fikir teatisi yapıyorduk. Konu sonra döndü dolaştı, NBA Live 2004'e geldi ve bizim kitabımızda yeni jenerasyonun analogunun, R1,R2,L1,L2'sinin değil, eski toprak klavyenin W,A,S,D,E,Q'sunun yazdığının bir kez daha anladık konuşmanın sonunda. Cidden çok keyifti. Yazının diğer kahramanı ise buralardan çok uzakta çalışmakta. Hayırsız, hiç arayıp, sormuyor. Ancak koydum kafaya, ona da ayar çekeceğim.
"Bu da böyle bir anımdı." diyerek bitirebilirdim yazıyı ama anıdan çok yaşam tarzı bu lig. İster kabul edin, ister etmeyin ama NBA > Tüm Ligler. Kendimce 11. seneyi yarın açıyorum. Güzel bir sezon olsun diyor, Yahoo'daki 3. draftime kaçıyorum. Hoşgeldin NBA !